<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d14995321\x26blogName\x3dLnP\x27nin+Film+Se%C3%A7kileri\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dSILVER\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://lovenpoisonreviews.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr_TR\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://lovenpoisonreviews.blogspot.com/\x26vt\x3d-4411501431289346612', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Perşembe, Aralık 12, 2013

BEYAZ KİTAPLIK: 13. Kitap Çekilişimiz

BEYAZ KİTAPLIK: 13. Kitap Çekilişimiz:    2 yıl önce bugün Beyaz Kitaplık ilk yazısını yayınlamış. Blogumuz ve Yeni Kitaplarımız demişiz ve başlamışız anlatmaya. 2 yılda çok ...

Çarşamba, Nisan 19, 2006

Blowup (1966)

**Bu aşağıdaki yazının tamamı Edebiyat ve Görsel Sanatlar dersinin vize ödevinin bir kopyasıdır.**



Julio Cortazar?ın ?Şeytan Saçması/The Devil?s Drivel? adlı kısa hikayesinden uyarlama bir Michelangelo Antonioni filmi olan ?Blow-up? (Cinayeti Gördüm) fotoğrafçılık sanatına bir saygı duruşu niteliğinde bence. Film o kadar büyük yankı uyandırmıştır ki, günümüzde Cortazar?ın kısa hikayesi de ?Blow-up? olarak tanınmaktadır.[1] Kısaca özetlememiz gerekirse; film bir fotoğraf sanatçısının birçok kadınla yaptığı çalışmalarını, onlarla olan ilişkilerini anlatmakta ve o dönemin Londra?sını göstermektedir. Ancak filmin bu sıradan akışı; baş kahramanın bir gün parkta (Mayhon Park) sıradan bir sevgili buluşmasını karelediğini sandığı bir anda değişiverir. Eve gelip çektiği negatifleri bastığında aslında kendisinin gözden kaçırdığı bir olay ortaya çıkar. Fotoğraf karesinde bir ceset seçilebilmektedir ve aslında bir cinayeti fotoğraflamıştır Thomas (David Hemmings). Bu noktadan sonra Thomas?ın hayatı da dahil bütün hikaye değişir. Artık eskisi gibi bir insan değildir. Bu cinayeti aydınlatmaya, suçluları göstermeye niyetlidir. Ancak kimse bu olayla ilgilenmez. Günün getirdiği uyuşturucu ve seks düşkünlüğünden kurtulamaz kimse ve suçlular da Thomas?ın stüdyosuna girerek tüm delilleri ortadan kaldırmışlardır. Sonuçta, kimse cinayeti bilemez, Thomas bu gerçeklikle bir başınadır.

Filmde pantomim sanatçılarının şehri istila etmesi ve disko sahneleri Londra?nın ve gençliğin o yıllardaki durumunu göstermek için kullanılmış olabilir. Filmde çok gerekli sahneler dışında yakın plan çekim kullanılmamış olmasının sebebi ise başta söylediğim gibi fotoğrafçılık sanatına ve insan gözünün gördüğü hayat düşüncesine uygun olması için diye düşünüyorum. Peki bunlar ne demek? İnsan gözünün gördüğü ile kameranın filmde çektikleri çok farklıdır her zaman. Parkta sıradan bir günde sıradan bir çifti çekerken kamera bize arka planda yaşanan cinayeti gösterseydi, son derece klişeye kaçılmış olacaktı. Ama bunu göstermeyerek, uzak plan çekim yaparak ?insan gözünün gördüğü?nü göstererek çığır açıyor yönetmen. Ve sonradan Thomas eve gelip fotoğrafları bastığında gördükleri ile o an fotoğrafı çekerken gördüklerinin ne kadar farklı olduğunu anlıyoruz. Thomas fotoğrafı büyüttükçe, merak giderek artıyor ve kare her büyüdüğünde gerçeğe bir adım yaklaşıyoruz. Ama karakter ile birlikte yaşıyoruz bunu. Önceden bir bilinç sahibi olup, ?acaba cinayet çözülecek mi?? diye meraklanmıyoruz. Karakterle bütünleşme açısından çok önemli bir detay bence bu.

Kadınlar, şöhret, zenginlik ve rahatlık içinde yaşayan Thomas?ın, bu cinayeti fark etmesiyle birlikte bu karakteri kırılıyor. Artık eskisi gibi bir insan değil. Adeta sarsılıyor, kendine geliyor. Ancak kimseyi bu uyku halinden uyandırmayı başaramıyor. Çünkü elinde kanıt kalmıyor ve zaten kimsenin de umurunda değil böyle bir cinayet. Biz uyku halinde yaşadığımız bu hayatta gerçekleri kaçırıyoruz ama fotoğraf sanatı hiçbir gerçeği saklayamıyor. Olanı olduğu gibi gösteriyor. Bu yüzden de gerçek çoğu zaman bizim bildiğimiz ve gördüğümüzden çok farklı. Heisenberg?in Belirsizlik İlkesi[2]?ne göre de durum böyledir. Gerçek, doğal olanı hiçbir zaman olduğu gibi gözlemleyemeyiz. Gözleme dayalı bu filmde bu durum son derece açık. Çünkü Thomas gözlemlediği park sahnesinde gerçeği kaçırmıştır, ancak fotoğrafta ortaya çıkmıştır. Filmin sonundaki tenis maçı sahnesinde ise pantomim sanatçıları bir tenis kortuna girerek olmayan raketlerle tenis oynamaktadırlar. Thomas bunları izlerken tenis topu saha dışına kaçar ve Thomas?tan topu vermesi istenir. Thomas kısa bir tereddüt sonrası topu alır gibi yapar ve sahaya atar. Filmde de cinayet gerçektir, kanıtlar bir süreliğine olsa da mevcuttur ancak sonunda öyle bir cinayet olmamış gibi hayat devam eder, elinde kanıtı da yoktur artık. Bu sadece Thomas?a yaramıştır belki de, çünkü dekadansını duraksatmıştır. Eskisi gibi bir insan olarak devam etmeyecektir hayatına.

Filmin adı olan ?blowup? sözlük anlamıyla bir fotoğraf karesinin büyültülmesi demek. Filme de son derece uymaktadır. Çünkü gerçek; fotoğraf karesi büyütüldükçe ortaya çıkmıştır. Yan anlam olarak ?patlama? vardır. Bu da Thomas?ın karakterinin kırılması ve değişmesi olarak algılanabilir. Diğer bir yan anlam size ?çözme, keşfetme? demektir. Bu da filme uymaktadır. Kısacası filmin adı her anlamıyla yerinde bir seçimdir. Filmin müziklerini, disko sahnesinde grup olarak çalan Yardbirds yapmış. Dünyaca ünlü ve bir devrin en büyük grubu olan, bugün hala yüz binlerce kişi tarafından takıntı seviyesinde dinlenen Led Zeppelin?in efsanevi gitarist ve şarkı sözü yazarı Jimmy Page; Yardbirds?ün de gitaristi aynı zamanda. Döneme damgasını vuran bir kişinin grubu olarak filmde yer alması son derece yerinde bir karar olmuş. Gençleri ve eğilimleri anlatmada destek verici bir unsur.

Filmin teknik detaylarına değinmek gerektiğinde bazı ilginç noktalar dikkati çekmektedir. Örneğin yakın plan çekimler birkaç çok önemli sahne dışında hiç kullanılmamıştır. Kullanıldığı yerlerde de hikayeyle bütünleşmenin maksimum seviyeye çıkarılması içindir. İnternette bulduğum birkaç ilginç detaya da yer vermek istiyorum[3]; Mayhon Park?taki son sahnede asfalt siyaha, çimenler ise yeşile boyanarak canlılık kazandırılmış.

Son olarak söylemek istediğim; ?Blow-up? tam bir sinema deneyimi. Ne öyle süslü laflar var, ne de oyuncu vücutları kullanılarak etkilemeye çalışma girişimleri. Tam anlamıyla sinema var bu filmde. Bir senaryonun sinema diliyle anlatılması gerektiği gibi çekilmiş bir başyapıt. Diyalogların azlığı biraz sıkıntı verse de, yine de izleyeni düşünmeye iten, düşünürken görüntülerden de yararlanmasını isteyen bir film.



The Great Dictator (1940)

**Bu aşağıdaki yazının tamamı Edebiyat ve Görsel Sanatlar dersinin vize ödevinin bir kopyasıdır.**

Birinci Dünya Savaşı sonrası küçük Yahudi mahallesine geri dönen, klasik Şarlo karakteri ?Avare?nin (The Tramp) öyküsüdür ?Büyük Diktatör?. Savaşta bilincini yitiren ve uzun yıllar hastanede yatan Avare geri döndüğünde birçok şey değişmiştir. Artık Hinkel adında bir diktatör ülkeyi yönetmekte ve Yahudi?lere karşı zulüm yapmaktadır. Bundan bihaber olan Avare, berber dükkanını açar ve rutin işine başlar. Komiktir, Brahms?ın 5. senfonisi ile tıraş eder adamı; müziğin ritmine uyarak, kıvrak hareketlerle... Sonraları askerler gelir, dükkanı kapatır, camlara ?YAHUDİ? yazarlar. Bunu anlayamaz Avare, dükkanı açıp işine devam eder. Bu olay birkaç kez tekrarlanır. Mimlenmiştir artık Avare. ?Hinkel?i tanımıyor musun sen ?? dediklerinde, ?O da kim ola ki!? diye cevap verir askerlere, burası da güzel bir sahnedir. Bir gün yine askerler geldiğinde bu kez savaştayken hayatını kurtardığı yüzbaşı da gelir. Birbirlerini hemen tanırlar. Bu sayede adeta bir ?dokunulmazlık? hakkı kazanır Avare ve komşuları (ve tabii ki sevdiği kadın da).

Ve günlerden bir gün, Avare?nin diktatör Hinkel?e benzemesinden ötürü onunla karıştırılır ve Hinkel yerine yönetime götürülür. Burada, her şeyden habersiz Avare, adeta despot bir diktatör gibi davranmaya başlar. Belki de bunu biraz da olsa bilinçli yapıyordur. Filmin en büyük ve can alıcı sahnelerinden bir tanesi olan ?dünya balonu? ile oynama sahnesi de burada gerçekleşir. Yine klasik müzik eşliğinde, yine kıvrak hareketlerle bu ?narin? balonla oynar Hinkel yerindeki Avare. Adeta Hitler?in tüm dünyayla oynaması gibi, dalga geçer bu sahnede. Ve sonunda balon elinde patlar, her yer su olur. Birçok demeç verir Hinkel kılığındaki Avare. Bunlar boş konuşmalardır oysa ki, ne Almanca ne de başka bir dilde manası olmayan cümleler kurar. Ve bunları sanki çok önemli konulardan bahsediyormuşçasına bir edayla, coşkuyla yapar. Sonunda başka bir ülkeyi daha istila etmeye karar verirler. Ve bu ülke, korunmaları için sevgilisini ve ailesini gönderdiği ülkedir. Buna karşı çıkamaz Hinkel kılığındaki Avare. Yine zulümler, yine yağmalamalar olur. Ve nihayet filmin sonuna geldiğimizde Büyük Diktatör, filmin en büyük konuşmasını yapar. Dünya barışına, insanlığa, zulümlere ve her türlü horgörüye değinir, verir veriştirir adeta. Bu da Chaplin?den bir göndermedir tüm savaş yanlılarına.

Charlie Chaplin?in, başrolde kendini, hatta Avare / The Tramp?i oynatması son derece komik ve ironik kılmış bence bu filmi. Neden? Çünkü bir tarafta dünyaca sevilen ve ünlü bir oyuncu varken, diğer yanda nefret edilen Hitler vardır. Bu ikisinin zıtlığı büyük bir satir çıkarmıştır ortaya. Avare?nin rahat tavırlarının karşısında, diktatörlüğün getirdiği despotluk vardır. Bunu da çok başarılı bir şekilde kullanır Chaplin filmde. Adeta despotluğun verdiği sertliği ve kuralcılığı, avareliğin verdiği rahatlık ile sarsmaya çalışır. Avare, bilinçsizliğini, katı kuralcılığın at gözlüğü takmış kafasına benzetir bence. Yani, bir cahil bile diktatör olabilir ona göre. Toplumsal değerlere, aşka ve iyi niyete de değinir Chaplin filmde. Berber olan Avare karakteri, sevdiklerini zarar görmemeleri için gizler, hatta yurtdışına gönderir. Filmi büyük kılan yönleri bunlardır. O zor zamanlarda böylesine satir dolu bir öyküyü yazmak ve bunu dünyaya sunmak oldukça zor olmuştur eminim. Zamanında birçok ülkenin filmi yasaklayacağını beyan etmesine rağmen, bugün bu film dünya sinema klasikleri arasında yerini almakta, dünya komedi klasiklerinin de en başlarında gelmektedir. Böyle bir filmi yasaklayacak ülkeler elbette bugün hala mevcut olabilir. Mesela İspanya?da 1975 yılına kadar film yasakmış.[1] Böylesine bir filmi yasaklamak, özgürlüklere vurulmuş ağır bir darbedir. Filmin diğer bir büyüklüğü ise matematiğin ön plana çıkarılmış olmasıdır. Senkronik hareketler, simetri ve keskinlik göze çarpmaktadır. Avare?nin dünya şeklindeki balonla oynarken ve tıraş sahnesindeki hareketlerinin arkada çalan klasik müzik eserine uygunluğu göz doldurur ve sinematik zevk verir.

Film hakkındaki ilginç bilgilere de yer vermek istiyorum[2]; bunlardan en önemlisi bu filme İkinci Dünya Savaşının başlamasından bir hafta sonra motor denmiş olmasıdır. Ve film tam 539 gün sonra tamamlanmıştır. Bu tarihte Fransa, Nazi?lere yenilmiştir ve Chaplin, filmin sonundaki o ünlü konuşmasını sonradan eklemiştir. Diğer bir ilginç detay ise, Büyük Diktatör; sessiz film dönemi 13 yıl önce bitmiş olmasına rağmen, Chaplin?in ilk diyaloglu filmidir ve Avare / The Tramp karakteri son kez ekrandadır.

Filmin sonundaki o mükemmel göndermelerle dolu tiradı da eklemeden bu ödev tam olamazdı:

?Beni duyma olanağı bulanlara diyorum ki : Umutsuzluğa düşmeyin! Üstümüze çöken bela, vahşi bir istihzanın ve insanlığın gelişmesinden korkanların duydukları acıların bir sonucudur sadece. İnsanlığın kini geçecek, diktatörler yok olup gidecektir. Halktan zorla aldıkları iktidar yine halkın eline geçecektir. Ve insanlar ölmeyi bildikleri sürece, özgürlük yok olmayacaktır. Askerler, bu vahşi adamlara adamayın kendinizi... Sizi hor görüyor, size köle gözüyle bakıyor, hayatınızla oynuyorlar. Davranışlarınıza, düşüncelerinize duygularınıza hükmetmeye kalkıyorlar. Sizi hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp, aç bırakıp, topun ağzına sürüyorlar. Doğaya aykırı olan bu adamlara teslim etmeyin kendinizi... Bu makine gibi duygusuz, makineleşmiş adamlara! Sizler birer hayvan değilsiniz! Yüreğinizde insan sevgisi taşıyorsunuz! Nefrete kapılmayın. Ancak sevilmeyen kişiler nefret eder. Sevilmeyenler ve anormal olanlar... Askerler, kölelik uğruna dövüşmeyin. Özgürlük için dövüşün!?[3]



[3] http://sourtimes.org/show.asp?t=the+great+dictator (Erişim 28.03.2006) ve The Great Dictator filmi.

Cuma, Şubat 24, 2006

The Thing About My Folks (2005)

Uzun zamandır buraya yazmadığımın farkındayım. Yazmak istemedim, ama bugün Sinemasal blogunu görünce, ve kendi bloguma link görünce tekrardan yazmaya karar verdim. Başlıyorum;

İnsanı anlatan filmleri seviyorum. The Thing About My Folks da, anne ve babasını, onların ilişkilerini ve bu örneğin kendi ailesine nasıl yansıdığını anlatan bir festival filmi. Senaryosunu, benim sadece Mad About You'dan bildiğim ve dizide beğendiğim Paul Reiser yazmış, aynı zamanda oynuyor ve anlatıcı konumunda da. Peki bu filmi güzel kılan nedir ? Öyle şaşalı oyunculuklar yok, ama gayet başarılılar. Çok fazla büyük laflar da edilmiyor. Aksiyonla da örülü değil. Sessiz, sakin, akıp giden kendi halinde bir film. Dediğim gibi, insanı anlatıyor. Beklentileri, beklentilerin gelmeyişini, beklentilerin değiştiğini... Ve sonunda (belki de) kabullenişi... Bu yönden duygusallığı ağır basıyor.

"...People change. No, people don't change. Their expectations do."

Gerçekten de böyle olabilir mi ? Filmi izleyin, siz de görün ;)

Çarşamba, Eylül 28, 2005

Hırsız Var! (2005)

Son zamanlarda izlediğim en kötü Türk filmi. Oyunculuk desek yok, hikaye desek eh işte. Bu kadar destek, sponsorlar ve oyuncu(?) ile çok daha iyi yerlerde olmamız gerekirdi aslında. Haluk Bilginer'in önünde saygı ile eğiliyorum. Filmi götüren kendisiydi açıkçası.

Pazartesi, Eylül 12, 2005

Factotum (2005)

Eğer romanın beyazperdeye aktarımı olarak ele alırsak filmi, son derece eksik ve yetersiz kaldığını söylemeliyim. Ama eğer Bukowski'nin genel karakterleri ve Chinaski anlatılmak istenmişse, başarı oranı çok daha yüksek olacak. Bence ikinci seçenekten yola çıkılmış. "Factotum" dışında "Günler tepelerden aşağı koşan atlar misali", "Ateşin içinden ne denli iyi yürüğündür asıl mesele.." ve "Kaptan yemeğe çıktı ve tayfa gemiyi ele geçirdi" kitaplardan bölümler yer alıyor. Bir Bukowski takipçisi olarak Matt Dillon'ı bu rol için iyi uydurduklarını düşünüyorum. Benim zihnimde canlanan Chinaski'den biraz farklı, fiziksel olarak en azından. Karakteristik özelliklerinde de eksiklikler yok değil. Her edebiyat uyarlamasının sorunu bu değil midir zaten?

Vizyon ve gişe başarısının önemli olmadığı bir festival filmi olarak ortalamanın üstünde. Dadafon'un iki şarkısı ve bu şarkıların farklı tonlarda yorumlanması da çok şık olmuş. Ağır aksak ilerlese de film, bence genel olarak iyi bir Chinaski portresi çiziyor ve belki de araştırmaya, kitaplara yönelmeye itmeyi amaçlıyor. Yine de Bukowskinin tarzına yakın olmayanların pek de hoşlanmayacakları, ya da en azından derinden etkilenmeyecekleri bir yapım olmuş. Fragmanını izlediğimden bu güne duyduğum heyecan sona erdi, yine de fragmanı daha fazla beğeniyorum. Ve unutmadan, fragmandaki birkaç sahne filmde geçmiyor, sanırım montajda kaybolmuş.

Perşembe, Eylül 01, 2005

Ocean's Twelve (2004)

En sonunda şu devam filmimi izleyebildim. 2 saati az aşan süresine rağmen çok yoğun bir filmdi. İlk filmin ekolüne uygun up-temp funk benzeri müzikleri gene çok beğendim. Mastermind hırsızlı filmlere hayranlığımı bilirler. Abartılı sahneli, herşeyin sonralara doğru birleştiği ve açıklığa kavuşan birçok olayın olduğu bu blogbuster filmleri seviyorum. Sinemada izlesem olurmuş!

Yıldızlar geçidi olan filmde hem çok güldüm hem de çok eğlendim. Yalnız şunu söylemek istiyorum; Julia Roberts çok çirkin bir kadın! Ve evet, Bruce Willis'e hala uyuzum!