<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d14995321\x26blogName\x3dLnP\x27nin+Film+Se%C3%A7kileri\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dSILVER\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://lovenpoisonreviews.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr_TR\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://lovenpoisonreviews.blogspot.com/\x26vt\x3d-4411501431289346612', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Çarşamba, Ağustos 31, 2005

Confessions of a Teenage Drama Queen (2004)

Evet zamanım çok ve harcıyorum. Sırf Lindsay Lohan için aldım ve izledim bu filmi. Peki beğendim mi? Tabii ki hayır. 15 yaşında değilim ki, ya da o yaşta hissetmiyorum. Hiçbir sahnesinden hiçbir zevk almadım. Seçimi yanlış yapmış olmamalıyım, yoksa Mean Girls'ü nasıl bu kadar beğenip bunu beğenemem ki? İkisi de benzer temalı lakin bu çok daha çocuk, çok daha Amerikan gençlerine ders verir nitelikte. Sonuç; birkaç güzel Lohan sahnesi.

Bad Taste (1987)

Bu tür filmlerden hoşlanmadığımı en sonunda fark ettim ve pes ediyorum. Bütün eğlence bir yana, sanırım tek başına izlenebilecek bir film değil bu. Birkaç arkadaş bir araya gelip bağıra çağıra gülünecek bir film belki olabilir. Shaun of the Dead var bir de. O filmi de muhtemelen beğenmezdim eğer tek başıma izlemiş olsaydım. Ama Eskişehir'de müthiş bir arkadaş ortamında izledim ve çok eğlendim, gene izlerim ama tek izlemem ;)

Fantastic Four (2005)

Pop corn filmi. Pek beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Abartılı sahneler göreceğimi sanıyordum ama pek bir şey olmadı filmde. Sinemaya 9 milyon verdiğime açıkçası acıdım desem yeridir. Büyük ekranda izlenmesi şart olan bir film değil, DVDsi gayet yeterli olacaktır. Christian Troy'u da canlandıran Julian McMahon'a hayran kaldım ama :)

Perşembe, Ağustos 25, 2005

Nightmare Before Christmas (1993)

Son zamanların pek popüler sıfatıyla tanımlamak istiyorum bu filmi; "Fabulous!" Herşey çok gotik, herşey çok sihirli. Tim Burton bir kez daha büyülüyor bizi. Fantastik, deli-dolu, çılgın bir müzikal bu seferki. Noel nedir bilmeyen Cadılar Bayramı fanatikleri öğreniyor zor yoldan olsa da Noeli. Keyif veriyor her sahne, her şarkı anlamlı kılıyor bu içi çürümüş canavarları. Noeli kutlamak amacıyla yola çıkan Jack Skellington sonunda buluyor doğru yolu. Rudolph yerine köpeği (belki de cehennemin tazısı) Sıfır, kızak yerine de bir tabut ile alıyor Noel Arifesi görevini. Bez bebekler, şeker dolu kocaman çoraplar yerine kötü balkabakları ve çürümüş kurtlar dağıtıyor ama, çünkü onun tek bildiği bu. Ama gerçek Noel Babanın kurtulmasıyla kötüler iyiliği öğreniyor, iyiler kötüden kurtuluyor. Bu sözde 'kabus' bitiyor, yerini Noel neşesi ve mucizesi alıyor.

Biz de sıcak sıkıntılı yaz akşamında bu kadar şahane görüntüler ve acaip yaratıklarla büyüleniyor, Noel'de yağan kar ile azıcık olsa da serinliyoruz! Çok yaşa sen Tim Burton, çok yaşa sen Danny Elfman. (Jenna Elfman'ı andım burada, ister istemez.) Dünyamızı güzelleştirmeye devam edin birlikte, güzel şarkılarınız ve görüntülerinizle!

Çarşamba, Ağustos 24, 2005

Original Sin (2001)

Ucuz. Gerçekten de çok ucuz. Birkaç çıplak Jolie sahnesi dışında pek bir iş yapmayan bir film. Aşk filmi değil, ancak aşk üzerine. Kadın kahraman çok fazla Amerikan, erkek kahraman ise fazlasıyla naif ve geleneklerine bağlı bir tip. Ancak sonradan bunun gerekliliğini anlıyoruz. Renkli Havana kültüründen bir-iki sahne dışında kavga sahneleri bile yetersiz kalmış. Peki ya hikaye etkileyici mi? Bence değil. Tipik suç filmi, tek özelliği kültürlerarası çalışılmış. Romandan uyarlama yapılırken birçok şey atlanmış sanıyorum.

İtiraf etmem gerekiyor ki Jolie'nin çıplak sahnelerini düşünerek bu sıcak yaz akşamını güzel kılmayı hedeflemiştim bu filmi seçerken. Lakin ne bir eğlence, ne beklenilen ve pompalanan oranda çıplaklık, ne de bir estetik göremedik filmde. Saf sıkıntı. İlk sahnede mail order ile gelen bir gelinin dolandırıcı çıkmasından ümitliydim oysa ki. Görücü usulü evlenmeden ne farkı var diye düşünmüştüm. Sonrasında aşkını hiçbir uğurda bırakmayacak bir adamı gördüm. Ama başına gelenlerden ders almayınca bu adam, oyunculuk da inandırıcılığı yüzüstü bırakınca, ben de filmi bıraktım. Sonunda kadın hatalarını anladı ama iş işten çoktan geçmişti. Yine de kimse aşktan kolay kolay vazgeçemezdi. Kıssadan hisse yapmak istiyorum bu noktada; çünkü tek çıkarılabilecek olumlu sonuç bu "huylu huyundan vazgeçmez." Bir kere suçun tadına varan, bundan vazgeçemez. Yanındaki kişiler değişir sadece...

Salı, Ağustos 23, 2005

Monsters, Inc. (2001)

Son dönem animasyonlarının çoğu gibi başarılı bir animasyon. İyi vakit geçirmek için birebir. Boogeyman, ki ben Öcü kavramını uygun görüyorum, yeni bir görev üstlenmiş. Çocukların çığlıklarını kullanarak elektrik üreten fabrikaya çığlık sağlamak! Ve elektrik yetmeyince 'kötü'ler bir makina ile çocukların çığlıklarını emmek isterler. Burada devreye girer en 'korkunç' canavar. Sonunda herkesin beklediği gibi kötüler yenilir, iyilik kazanır. En korkunç canavarımız da, gülücüklerin çığlıklardan üstün geldiğinin farkına varır ve Korku Katı adlı bu tesis Gülücük Katı altında çalışır. Zaten bebeklerin bir gülücüğü dünyalara bedel değil midir? İyilikten başka bir kazanan daha vardır aslında. O da dostluktur. Bir dostu görmek, binbir engeli aşmak için gönüllü olmaktır sonucunu da çıkartır film. Günümüz yoğun yaşamımızdan bir süreliğine ayrılıp, unutulan bazı şeyleri de görmemize yarabileceğini düşündüğüm bu animasyonda John Goodman ve Steve Buscemi'nin seslerini duymak da çok keyif verici. Ve tabii ki çeşitli filmlere göndermeleri fark edebilmek..

Pazartesi, Ağustos 22, 2005

In Good Company (2004)

Fragmanların son derece yanıltıcı ve filmlerin en iyi sahnelerinden oluştuğunu bir kez daha kanıtlamış oldu bu film. Bir romantik komedi gibi lanse edilen film aşk filmi mi yoksa dostluk/iş ortaklık filmi mi anlamak mümkün değil. 8 Ocak 2005 imdb puanı 6.9, ancak 3.8 üzeri pek zor. Scarlett Johansson'un güzelliği, Topher Grace'in sempatik oyunculuğu ve sıcakları ile Dennis Quiad'in profesyonelliği dışında pek iş yapmıyor bence film. Ne konusu etkileyici, ne de yaşananlar. Birkaç güzel parça var müziklerde o kadar. Ve sanırım mottosu da sonlarına doğru edilen bir cümleden ibaret; "Isn't timing everyhing in life?" çevirirsek; "Zaten zamanlama herşey demek değil mi?" Evet sanırım öyle. Zaten büyüklerimiz* de dememişler mi, "...and its time, time, time.."

*Tom Waits

Hafif spoiler içeren bir not: Eklemeden geçemeyeceğim, bir an Scarlett'in karakteri Alex tenis raketleriyle gelip babasıyla maç yapınca Wimbledondaki Kirsten Dunst tarzı bir kariyer geliştirecek sandım, sonradan NYU'da Creative Writing (yaratıcı yazarlık) okumayı tercih etti de gerçekleşmedi. Kısa öyküleri üzerinde çalışıyormuş, yazsın; seve seve okuruz. ;)

Cumartesi, Ağustos 20, 2005

Magdelene Sisters (2002)

Türkçe tam adı 'Magdelene Rahibeleri' olan film, ülkemizde "adıyla filmi özetleme" ekolü dahilinde 'Günahkar Rahibeler' olarak vizyon şansı bulmuştu. Buna birkaç alternatif olarak 'Faşist Rahibeler' veya 'Allah'sız Rahiberler' adlarını öneriyorum. 1996ya dek süren bu çamaşırhane/ıslah evleri tüylerimi diken diken etti. Bir insanın evladını böyle bir yere yollaması için ne kadar geçerli bir sebebi olabilir ki? Ödül almaması imkansız olan filme hayran kaldım. Üç genç üzerinden anlatılan yüzlercesinin acı dolu, insanlığa yakışmayan hikayesi...

Rose, piç doğurduğu için; Margaret tecavüze uğradığından ve Bernadette ise oğlanlara baktığından dolayı kapatılmıştır bu ıslahevine. Aslında bu ev, dinin ve disiplinin evi değil. Bu ev belanın evi, işkencenin evi. Günahın ve kötülüğün evi bu ev. Suçsuz bedenlerle dolu, ebedi yalnızlığa mahkumların evi. Böyle bir yerde isyan olmaz mı? Elbette ki olur. Ancak rahibeler durdurur. Film de beklenildiği gibi gidecektir aslında. Birkaç göze batan kişi kurtulacaktır sonunda. Peki ya yaralanan olmayacak mıdır bu sırada? Tabii ki de olacaktır; oğluna kavuşamayan, adını bile öğrenemeyen Crispina'yı delirteceklerdir burada. Peki ya diğerleri? Ölenleri, delirenleri kabullenip yaşayabilecekler midir? Kırk yıllık çamaşırhane görevlisinin sembolik ölümü bunun en acı habercisi. Baş rahibenin kasanın anahtarını kaybedişi ve bir 'suçlu'nun anahtarı bulup da söylemeyişi kaçışın en büyük habercisiydi. Adeta cennetin kapılarının anahtarıydı bu. Kapının gerçek anahtarını vermemek için savaştığı sırada kasanın anahtarını gören baş rahibe parayı seçti sonunda. Cennetin o yer olduğunu düşünüyordu herhalde. 'Suçlu'lara göreyse cennet dışarısıydı ve kavuştular sonunda bu hayallerine.

Bir sahnesinde O'nun Adı Joe'yu gördüğümüz 'Günahkar Rahibeler' bir çırpıda aktı gitti. Akıllarda soru işareti bırakmadan gitti. Bu tür yerlerin sonuncusunun 1996 yılında kapatıldığını söyledi. Peki ya bu tür yerler bugün yoksa, bu kadar çok kökten dinci ne yapıyor evlatlarını? Böyle insanların bugün hala yaşadığını hepimiz biliyoruz ve bu konuda hiçbir şey yapamıyoruz. Çünkü insanlığımız bunu gerektiriyor. Peki ya onlar insanlıktan nasiplerini almamışlar mı? Bunu burada sorgulamak bana düşmez ama bu tür insanları kendi inançlarının kurallarıyla çürütebilmek son derece mümkün. Ana karakter Bernadatte'nin sözleriyle desteklemek istiyorum; "En büyük günahlar bile böyle bir yerin varlığını haklı çıkarmaz." Ve bana göre insanı günahlarından arındırma başka bir insana ve işkence kullanımına düşmez. Hele hele Allah adına bunu yaptığını söylemek günahların en büyüklerinden olmalı.

Bu tür inançlarla dolu bir toplumda yaşadığımızı -film her ne kadar İrlanda temelli olsa da her ülkede böyle insanlar vardır- ve kökten dincilerin yüzlerini bir kez daha bu film sayesinde görebildiğimden dolayı son derece mutluyum. Din karşıtı da olmadığımı -eğer okuyan varsa- bildirmek isterim. Mutlak inancın dışına taşanları anlayamıyorum sadece. Bir atasözü ile bitirsem yeridir diyor, tüm blogsterlara hayırlı sabahlar diliyorum; "Her koyun kendi bacağından asılır."

Perşembe, Ağustos 18, 2005

Pardon (2005)

Şans Kapıyı Kırınca ile pek yakın tarihlerde vizyona giren başka bir Ferhan Şensoy filmi. Bu sefer senaryosu da kendisine ait. Suçsuz yere sorguya alınan bir adamın trajikomik hikayesi. İşlemedikleri suçları itiraf eden üç arkadaşın altı yıl üç ay süren hapis hayatları anlatılıyor filmde. Sonunda ne mi oluyor? Herkesin tahmin edebileceği gibi suçsuz oldukları anlaşılıyor ve serbest bırakılıyorlar. Tipik bir Türkiye tablosu. Ferhan Şensoy'un toplumsal sorunları değindiği, müziklerininse filmle bütünleştiği güzel bir iş olmuş.

Filmde öyle sahneler ve çekimler var ki, Türkiye'de film çekebilmenin mümkün olduğu ancak mali yetersizliklerin engel olduğunu düşünmeden edemedim. Özellikle mahmeke bitiminden hapisanedeki ilk diyaloğa dek süren sekans bunun en güçlü örneği. Diğer bir örnek ise filmin sonlarına doğru avlu kapısında İbrahimin (Şensoy) umutsuzluğunun flashbacklerle süslendiği sekans. **SPOILER** Sürpriz soundtrack olarak ise Duman-Manası Yok var. **/SPOILER** Toplumsal gerçekçilikten söz etmek gerektiğinde; Türk Polisi ve yargı sistemine her zamanki eleştirileri görüyoruz. Suçluların elini kolunu sallayarak gezdikleri, suçsuzların haksız yere çektiği cezalar ve yozlaşmış hapisane gardiyan ve müdürleri. Zaten serbest bırakıldıklarında edilen iki cümle de bunu özetlemeye yetiyor: Gardiyandan gelen "Ben haysiyet takılmıyorum oğlum, maddiyat takılıyorum..." ve hapisane müdürünün tek bir lafı; "Pardon!".

Şunu da söylemeden edemeyeceğim, Türk yönetmenlerinden midir, yoksa yapımcıdan mı kaynaklanır bilemiyorum; illa güzelim filmlerin içine küfür sokma, bununla güldürmeye çalışma; asker/polis gibi 'ciddi' mercilerde bir laubalilik yaratma takıntısından vazgeçememişler. **SPOILER** Hapisane kapısı nöbetindeki askerin walkmanle yüksek tempo saz eşliğinde dans etme sahnesi beni son derece filmden soğuttu. Neyseki filmin sonundaydı da fazla takılmadık. **/SPOILER** Sonuç olarak ortalama bir film, iyi oyunculuk var elimizde. Büyük hayranı olamadım ama...4.2/10 en fazla. Ha bu arada; 'pardon' çıkalı eşekler çoğaldı. ;)

Çarşamba, Ağustos 17, 2005

Şans Kapıyı Kırınca (2005)

Yaza yakışır, arkadaşlarla toplanıp patlamış mısır eşliğinde son derece keyif alınarak izlenecek bir film var karşımızda. Film yanılmıyorsam kış sonu vizyona girmişti ama Türk Sinemasına inanmayan veya kaçırmış olan, izlemi fırsatı bulamayanlar için DVD tam vaktinde sunulmuş. Filmi izlerken düşünceye pek fazla gerek yok. Türk, Türklüğünü her yerde yapıyor. Zaman zaman karşımıza çıkan 'Türklere' özgü olaylar da kahkahaları körüklüyor. **SPOILER** Özellikle Barbunya'da duvarda "NURİ ALÇO" yazması. **/SPOILER** Ferhan Şensoy her zamanki gibi göz dolduruyor. Müzikleri ise filmin havasına son derece uygun. Yer yer Amerikanlaşan çekimler de çok estetik. Konu bütünlüğü ve birkaç ufak detayın finale doğru karşımıza bir kez daha çıkmaları da hoş. Sosyolojik birkaç olguya da değinmiş olması başarılı. Ancak itiraz etmem gereken tek bir nokta var filme dair. **SPOILER** Zeki Alasya rahip olarak gizli görevde çalışan ve Barbunya Cumhuriyeti Başbakanına suikast için görevli bir CIA ajandır ve suikasti gerçekleştiremeden yakalanır. Lakin Kuddusi'nin bacanağı Barbunya'da evlenirken rahip Zeki Alasyadır. Peki bu adam CIA gizli ajanı ise ve suikastten tutukluysa, nasıl oluyor da nikahı kıyabiliyor? **/SPOILER** Komedi filmlerinin klasik açık noktalarından bir tanesi olarak bırakıp geçerdiğim eğlenceli 100 dakika ile yetinmeyi tercih ediyorum.

Ve finalde gelen bir tespitle kapatıyorum; "Şanssız insan yoktur ki zaten, ne kadar şanslı olduğunu bilmeyen aptal insanlar vardır." Ferhan Şensoy.

Pazartesi, Ağustos 15, 2005

We Don't Live Here Anymore (2004)

Husbands and Wives (1992 - http://uk.imdb.com/title/tt0104466/) dan bu yana karı-kocalar, aile yaşantısı ve evli bireylerin isteklerine dair izlediğim en iyi filmdi açıkçası. Ama H&W kadar espirili değil, daha üzücü ve insanı düşündürücü. Benzer temayı işleyen Secret Lives of the Dentists (2002 - http://uk.imdb.com/title/tt0314630/) filminden daha başarılı. Çünkü iki farklı yapıda aile kullanarak anlatıyor hikayeyi. Böylece inandırıcılığını arttırırken, farklı sosyal konumlardaki iki evlilikte de aynı sorunların olabileceğini, herkesin mutlu bir evlilik yaşamadığını göstermiş oluyor. Peki mutlu aşk var mıdır? Bence vardır, lakin 'mutlak' aşk olamaz. Bana göre aşk gelip geçicidir. İnsan aşık olur, müthiş zamanlar yaşar ama geçer. Ve bence mutluyum diyen kişiler sadece 'o an' için mutludur. Geçmişte olmadıkları gibi gelecekte de olmayacaklardır. Peki o zaman neden evlilik? Çünkü yalnız kalmayı engelleyen bir birliktelik bu. Aynı evde yaşarken bile yalnız olabilir eşler. Aynı yatakta bile yatarken yalnızdırlar. Ulaşılamayana ve heyecana açtır yürek. İşte film de bize bunu gösteriyor. Kadınların da birbirlerinden çok farklı olduğunu, güçlü ve güçsüzlerinin bulunduğunu da kanıtlıyor.

Herkesin kaldırabileceğini düşünmediğim ve sıkıntılı bünyelere pek de tavsiye edemeyeceğim doğrusunu söylemek gerekirse. Ama izlenmeli, farklı yaşamlar görülmeli. Hatta sahip olunanlar değerlendirilmeli, elimizdekilerle mutlu olunabilmeli.

Cumartesi, Ağustos 13, 2005

Charlie and the Chocolate Factory (2005)

Tek kelime ile: MÜTHİŞ! Tim Burton ve Depp, kötü olması tabii ki beklenemezdi..Danny Elfman da müziklerde harikalar yaratmış. Çok sevdiğim bu kitabın böyle bir filme dönüşmüş olmasından son derece memnunum. Depp her zamanki gibi harikaydı.. Fazla lafa gerek yok ama birkaç not düşmeden geçemeyeceğim; **SPOILER** Charlie'nin anneanne-dedelerinin yattıkları yatak aynen kitabı okuduğumda düşlediğim gibiydi. Müzikler ve uçuk fikirler de ekrana çok güzel aktarılmış. Tim Burton'ın birkaç klasik filme gönderme yaptığı sahneler de dikkate değerdi. Özellikle 2001: A Space Odyssey göndermesine hayran kaldım, ve belki de Planet of Apes'e. **/SPOILER**

Gidin. Mükemmel ve iştah kabartıcı bu deneyimi yaşayın, pişman olmayın.

Salı, Ağustos 09, 2005

Saw (Uncut) (2004)

"**SPOILER**" kısımlarını filmi izlemeyenleri okumasını tavsiye etmiyorum.

İlk izlediğim de pek etkilenmediğim bu filmi bir kez daha izledim ve açıkçası hayran kaldım. Hasta ruhlu piskopatların filmlerinden bıkmış insanlar elbette vardır ancak sinema bir eğlence sektörü olarak ele alındığında bu tür senaryolar ve fikirler sanırım sonsuza dek varolacaklardır. Peki bu filmi beğenmemizin sebepleri neler? Benim sebeplerimi sıralamak istiyorum;

Filmi beğendim çünkü hiçbir noktasında hataya veya sıkıcılığı yer vermeden tamamlanıyor. Popüler müzik gruplarından soundtrack parçaları yerine özgün müzikler (score) kullanılmış. Bütçe ve yönetmenin deneyimleri de göz önüne alındığında kısıtlı olan bu proje çok başarılı bir film olarak karşımızda. Temelinde verdiği mesaj da düşündürücü; "yaşamak için öldürür müsün?". Aynı temaya sahip "House of 9" filmini de izlemiştim geçen ay. Orada da 9 kişi bir eve kapatılıyor ve sonunda 1milyon dolar ile ödüllendiriliyordu sağ kalan kişi. Burada da sağ kalma hikayesi var, ancak sağ kalan var mı? Varsa, ödülü belki de verilmiş en büyük ödül; hayat. Bu açıdan baktığımızda filmi dini olarak bile yorumlayabiliriz, ki ben bu yönden bakmıyorum. Bunu destekleyici **SPOILER** birkaç örnek vermek gerekirse; kurtulan tek kişi uyuşturucu bağımlısı Amandadır. Ve hayatını kurtarırken kendisini de uyuşturucudan kurtarmıştır. Verilen bedeni ve hayatı boşa harcamanın günah sayıldığı dinlere mensup insanları hasta eden bir olgu uyuşturucu. Buradan uyuşturucu yanlısı veya ılımlısı olduğum çıkarılmasın lakin herkesin hayatı kendisinedir. Piskopatımız piskopat olduğundan olsa gerek, bu kişi hapsetmiş ve hayatının değerini öğretmiştir sözde. Kadın da öğrenmiş olsa gerek, vazgeçmiş bu beladan. **/SPOILER** Bunun daha ötesinde olabilir tabii ki film. Hayatımızın değerini bilmemiz gerektiğinden bahseden yüzlerce insan, onlarca kitap bulunmakta. Tabii ki filmlerde var. Bu da onlardan birisi olarak rafa kaldırılabilirdi ama yanımıza alıyoruz bu filmi. Çünkü finalinde hiç beklenmedik bir dönüşle şoke eden o sekans hafızalarımıza kazınmış durumda. **SPOILER** Filmin en başından beri odanın ortasında kanlar içinde elinde bir silah ile yatan bu adamdır aslında başkahraman. Onu bir yerden hatırlarız aslında, doktorun ihmal ettiği hasta. Peki Zep'in suçu neydi bu hususta? Belki de sırf blöf. Zaten sonunda Zep de öldüğünden onun bir anne ve kızı öldürmeyi en başından kabul etmiş olması da yozlaşmış olduğunun bir göstergesi olabilir, belki de bu yüzden cezalandırmaya karar vermiştir onu. Lakin bu devirde hangimiz kendimizi böyle bir durumda bulduğumuzda inanmamayı seçeriz ki? **/SPOILER**

Sonbahar/kış gibi devamı da gelecek olan 'Testere' isimli düşük bütçeli bu suç/gizem/gerilim filmini herkes görmeli, görmeyenlere gösterilmeli. Kendi hayatımızı da sorgulayıp daha farklı bakış açıları kazanmamıza yardımcı olabilir ve belki de unuttuğumuz değerlerimizi tekrardan hatırlayıp 'gözlerimizi açabiliriz'.

DivX izleyenlere özel not: İlk izlediğim versiyon DVDSCR idi, şimdiki ise Uncut DVDRip. İki versiyon arasında pek bir fark yakalayamadım lakin imdb bilgilerine göre normal versiyon 100dk iken uncut 102dk. Saw.DVDSCR.XviD-KSi.avi 103dk iken, gzp-sawuncut.avi 99dk uzunklukta. Bunun açıklamasını bilemiyorum, yine de şunu söylemeliyimki uncut versiyonun sesleri çok kısık ve görüntü kalitesi ise düşük. DVDSCR ise müthiş ses kalitesine sahipken görüntü yeryer siyah/beyaz oluyor ve LGS (Lions Gate Studios) uyarıları mevcut. Takdiri sizlere bırakıyorum. Bu arada bugün, 10 Ağustos, benim doğumgünüm.

Pazartesi, Ağustos 08, 2005

Lumiere Brothers' First Films (1895)

Dünyanın ilk sinema filmi olarak kabul edilen bu 6 dakikalık videolar seçkisi aynı bir home video tadında. Anlaşılan şu ki, aradan 100 yıldan fazla geçmiş olmasına rağmen insanlar aynı. O günün kasabaları, bugünün şehirleri/metropolleri yoğunluk içinde. İnsanlar koşuşturma içinde. Çocukların şaka anlayışları aynı. Kumar oynanırken içki içilir. Duvar ustaları duvar yaparlar. İnsanlar yaşar, hayat akar. Budur.

Un Chien Andalou (1929)

Sürreel birçok olayın geçtiği bu 15 dakikalık kısa filmden açıkçası hiçbir şey anlamadığımı ve üstüne ne yazabileceğimi bilmediğimi söylemek zorundayım. Ama izlerken çok düşündürdüğü kesin. Gösterilenler bir anlam ifade etmedi benim için, belki başkalarına edebilir. Aklıma gelen tek şey halüsnasyon olarak karınca görmenin, geçen gün izlediği Oldboy'da duyduğum kadarıyla yalnızlık sonucu olduğu ve buradaki adamın da çaresiz olduğunu düşündükçe anlam kazandığı idi. Bir başka görebildiğim ise gözün gördüğünün her zaman gerçek olmadığı...

Pazar, Ağustos 07, 2005

Ice Storm, the (1997)

Kişinin varolmasına ve hayatına dair bir film bence Ice Storm. Karısıyla mutlu olmayan ve bunu başkasında arayan bir baba, bununla birlikte yaşamak zorunda kalan ama yine de kabuğundan çıkamayan anne, cinselliğini genç yaşta keşfe çıkan bir kız kardeş. Diğer taraftan kendi hayatını da düzene sokmaya çalışan genç Tobey Maguire. Herkesin kendi sorunlarında boğulduğu bir şükran gününde geçen filmde özellikle parçalanmaya dair buz kalıbının iki kere kırılması sahnesi çok vurdu beni. Hiçbir şeyin bir bütün olarak kalamayacağının sembolü belki de. İlişkiler de buz parçaları gibi çatlar, hayatlar ayrılır ve tekrar bir araya gelmesi zordur. Ve aşkta heyecan bittiğinde monotonluk başladığında parçalanır evler.

Herkesin kendine ait bir dünyası olduğunu ve bu dünyanın sınırlarının da varolduğunu anlatan filmi evet beğendim. Şimdi hepimizin bilip tanıdığı oyuncuların -Tobey Maguire, Elijah Wood, Christina Ricci- küçüklük halleri ve oyunculukları da takdire şayan.

Cumartesi, Ağustos 06, 2005

Bananas (1971)

Woody Allen filmlerine bayılıyorum. Absürdlüğüne, sakarlıklara ve de hikayelere. Her filmi ayrı bir dünya, Bananas da ayrı bir komedi. Eşi benzeri olmayan bir deneyim. Woody Allen'ı günümüzün Charlie Chaplin'i olarak görmüşümdür hep. Filmlerindeki çoğu sahneleri ve genel olarak hikaye anlatımı benzeşmekte. Diyalogsuz müzik eşliğinde yapılan çeşitli komik sahneleri özellikle. Ve çoğu zaman bir eşya (baston gibi) eşliğindeki sahneler. O paranoyak halleri, diyaloglardaki karmaşa ve sürekli bir kaos hakimiyeti müthiş. Sürekli olarak kendisini sorgulaması, kadınlarla olan imkansız arkadaşlıkları hayran olanası. Allen kesinlikle yaşayan yönetmenlerin en büyüklerinden.

Bu filmi de klasik bir Woody Allen filmi. Ana hikayede Asilere katılan bir New Yorker var ve devrim sürecinde San Marcos, ama arkasında tanıdık bildik Allen. Yine çok komik, yine çok sakar ve herşey yine kaotik. Açılış sekansı ise ayrı bir olay; San Marcos başbakanının suikastini bekleyen onlarca insan ve bunu canlı yayınlayan Amerikan medyası. Her sahnesinde absürd komik olaylarla bezeli filmde Fielding (Allen) birgün bir kızla tanışır ve kızdan ayrıldığında San Marcos'a gider hiç alakası olmamasına rağmen devrimi gerçekleştirir ve San Marcos'a başbakan olur. Daha sonrasında Amerika'ya, aslında memleketine, diktatör olarak dönüp anlaşmalar yapmaya kalkışır. **SPOILER** Geri döndüğünde aynı kız kendisini bulur ve diktatör olduğunu sandığı bu kişiye aşık olur. Birkaç dakika içinde gerçek ortaya çıkar ve Fielding mahkemede yargılanır. Aslında olmadığı kişi için suçlanır. **/SPOILER** Mahkeme sahnelerinin tamamı, özellikle jürinin joint çektiği ve Fielding'in hem avukat, hem de tanık olduğu sekanslar öldürücü... Filmin bitişi de başlangıcı gibi çok mizahi. "Bananas" entelektüel komedi izlemek isteyenlere birebir.

Birazdan "Stardust Memories" başlayacak. Varoluşçu bir filmdir ve mükemmeldir. Daha önce yine CNBC-e'de izlemiştim ama bu sefer izleyeceğimi pek sanmıyorum...

Oldboy (2003)

İntikam dolu bedenler sonunda huzura kavuşur mu? Birine ders vermek için yapılan her şey mübah mıdır? Ve istisnalar kaideyi gerçekten bozmaz mı? Görüntü yönetiminin mükemmelleştiği, müzik kullanımının sahnelerle dansının ateşli olduğu bir film Oldboy. Konusunun basitliğini karakterler ve hikaye anlatımı kurtarıyor desem çok büyük bir yanlış yapmış olmam herhalde. Filmi izleyenlerin "hayatımın filmi" demesinin sebebi muhtemelen bu sebepler; klas sekanslar ve müziklerin doygunluğu... Peki ben sevdim mi? Sevdim sevmesine, lakin hayatımın filmi olacak kadar değil.

Ve birkaç laf kaldı buraya düşülmesi gereken;

Gülerken dünya da seninle birlikte güler, ağlarken yalnız ağlarsın..

Cuma, Ağustos 05, 2005

Finding Neverland (2004)

Tek kelimeyle muhteşem. Büyüleyici. Aralık ayından beri sahibi olduğum bu filmi daha önce izlemiş olmayı dilerdim. Son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden...

Her zaman savunduğum düşüncenin işlenmesi beni çok mutlu etti. İnançların hakim olduğu hayatların daha mutlu olabileceği. Yazılacak çok şey çıkar bu filmden. Aklıma gelen ve bahsetmek istediğim şeyleri dökeceğim buraya. Herkes hayatının bir döneminde çocukluktan çıkıp yetişkinliğe adım atıyor, belki de atmak zorunda kalıyor. Sorumluluklardan sonsuza dek kaçamayacağımız gerçeği yüzümüze ağır bir tokat olarak vuruluyor. Hayat sevdiklerimizi hatırladığımız sürece yaşanabilir oluyor belki de. Yetişkinlikte bile hayallere yer olmalı her zaman, çünkü insan düş kurduğu sürece yaşayabiliyor, dünyanın da gerçeklerini yadsımadan elbette. Umutları yitirmek yalan söylemek kadar yanlış. Bir yalanı yaşamak da. Hayır film hakkında hiçbir bilgi içermeyecek bu yazı, Depp'in müthiş olduğu dışında. Ve sonunda belki de Neverland'e bir ağı içerecek. Çünkü herkes yaşamının bir noktasında bir şeyi kaybetmiştir, ve kaybetmeye devam edecektir. Devam etme gücü bu şeylere inanmakla gelecektir. Devam ettikçe, hayaller kurdukça büyüyecek bu ruh. Lakin hiçbir zaman doyuma eremeyecek, doyumsuz çünkü insan. Ve her şeye aç; aşka, dostluğa, kardeşliğe ve yalana. Kalp kırmak bir şey katmıyor bence kimseye. Herkesle dost olamayız yine de. İnişleri ve çıkışları olur süreçlerin, en uç noktada başlanır düşmeye. Önemli olan düştüğümüzde yanımızda olanlardır, baki kalanlar. Bir yalanı yaşamak kadar acısı yok dünyada. Ve bunun farkına vardığında hırpalar kendini insan. Ama güçlü olmak kadar bunların üstesinden gelmek de insanın elinde.

Neverland'e giden yollarda çizgi yoktur;
Oraya varmak isteyen uçarak gidebilir zaten.
Ve hatta kanatlara da ihtiyaç yoktur;
Düş gücü gerektirir sadece en içten.
Sularda yüzmek için oksijene ihtiyaç yoktur;
Çünkü yaşamak nefes almak değildir Neverland'de.
Gidebilir mi peki herkes bu düşsel ülkeye?
Pasaport'a ve vizeye gerek yoktur Neverland'de.

Perşembe, Ağustos 04, 2005

Cellular (2004)

Cep telefonunuza tanımadığınız birinden gelen bir arama gününüzü ne kadar etkileyebilir? Eğer arama rehine Kim Basinger'dan geliyorsa, her şeyi değiştirebilir. Tipik bir Hollywood kaçırılma filmi olan Cellular, benzer yapımlardan pek de farklı bir hikaye sunmuyor. Cep telefonunun yararına odaklanmış olan filmin temelinde 'kötü polis'leri kamerasıyla çeken tipik bir Amerikan vatandaşının ailesinin kaset karşılığı kaçırılması var.

Parçalara ayrılmış ve her nasılsa çalışmaya devam eden eski tip çevirmeli bir telefondan sorumsuz gence yapılan çağrı sayesinde herkesin hayatı değişir. Sorumsuz olan genç artık sorumluluk sahibi olacaktır. Yerel merkezde görevli polisin de 27 yıllık banal polisliği bir anlam kazanacaktır. En önemlisi ise 'kötü polis'ler adalete teslim edilecektir. Markaları ve telefonları yüzümüze gözümüze sokan Cellular, alt mesaj olarak da Amerikan gençliğinin hepsinin yozlaşmamış olduğunu kanıtlamaya çalışıyor sanki. Ortalama bir Hollywood yapımını özel kılan hiçbir şey yok. Bir-iki klas sekans dışında sinemada pop-corn ile izlenecek bir film. Üzerinde kafa yorulacak hiçbir yanı da mevcut değil.

Hepimiz hayatlarımızdan bir sebepten ötürü şikayet etmişizdir. Bunu değiştirmenin bizim elimizde olduğu sağda solda her yerde söylenip durulur. Belki de bizim hayatımızın -bir günü bile olsa- değişmesi başkasının elindedir. Ve yapmamız gereken sadece 'arama'yı cevaplamaktır...

Çarşamba, Ağustos 03, 2005

Un long dimanche de fiançailles (2004)

Amelie'nin yönetmeninden, Amelie'nin başrolü Audrey Tautou ile bu sefer savaş temalı bir aşk filmi ile karşı karşıyayız. Sevgilisini 1. Dünya Savaşına yollamak zorunda kalan ve ondan bir daha haber olamayan Mathilde'nin arayışını izliyoruz. Bilenler bilirler, narrator-anlatıcı olan filmlere büyük hayranlık duyarım. Her ne kadar Amelie'yi beğenmesem de bu filme hayran kaldığımı belirtmeliyim. Anlatıcı ile akan film zaman zaman sıkıcı olabiliyor, ancak beklenmedik gelişmeler ve küçük ipuçları tempoyu korumayı başarıyor. Alışagelmiş flashback tekniklerinin ötesinde küçük pencerelerle anımsatılan geçmiş filme ayrı bir hava katmış ve günümüz sahnelerindeki altınsarısı renk kullanımı, geçmişteki sahneler için gri ağırlıklı kamera çekimleri filmi görkemli kılmış. Müzikleri ise tahmin edilebileceği gibi her savaş ve aşk konulu filmlerdeki klasiklerden. Yaylılar eşliğindeki hüzünlü nağmeler...

Amelie'de sinirimi bozan Tautou'dan eser yok filmde. Her ne kadar optimistlik açısından benzerlikler taşısa da, 20li yaşlardaki bu genç kız, muhtemelen savaş döneminin havası yüzünden olsa gerek, yaşından çok daha ağır başlı. Savaşın insanlar üzerindeki etkilerini arka planda kullanarak bir aşk filmini başarıyla çekmiş yönetmen Jean-Pierre Jeunet.

İnandıklarımızdan vazgeçmediğimiz sürece mutluluğa erişebilir miyiz gerçekten de? Pollyannacılık oynamak her zaman işe yarar mı? Yoksa sadece filmlerde görebiliriz böyle sonları? Yaşamaya ve herhangi bir şeye inanmaya devam ettikçe yaşıyor insan. Geçmişten kopmayıp, geleceğe umutla bakmak gerekiyor belki de. Umutsuzluk ve hayıflanma insanı pasifliğe itmekle birlikte pek de yardımcı olamıyor kişiye.

İzlemeyenler filmi izlesinler, savaş/aşk filminin altındaki derin düşünceleri irdelesinler, belki de hayatımızı değiştirebilmek gerçekten de bizim elimizde, kimbilir?

Riget I & II (1994 & 1997)

Hayranı olduğum büyük yönetmen Lars von Trier'den 8 bölümlük soluksuz izlenebilecek bir mini-dizi Riget, aka The Kingdom. Alışagelmiş klasik Amerikan korku klişelerinin hiçbirini barındırmayan, sanılanın aksine birkaç korkutan sahne dışında yeryer esprili bir dizi var karşımızda.

Danimarka Televizyonu için 11 bölümlük bu dizinin sadece 8 bölümü yayınlamış ve bu yüzden hikaye bir sona -tam anlamıyla- bağlanmıyor ne yazık ki. İzleyebildiğimiz bölümler de herkese hitap etmiyor açıkçası. Büyük heyecanla alıp izlediğim bu dizide biraz hayal kırıklığına uğradım. Hastane ve mekanlar kasvetli olmasına kasvetli, gerilim sürekli hakim, ancak yaşanan olaylar pek de inançlarımla örtüşmüyor doğrusu. Belki de diziyi anlamayan benimdir.

Krallık'a açılan kapının üstüne kurulmuştur hastane. Bilim tek hakimdir. Ruhani dünya ile kafayı bozmuş yaşlı bir hastalık hastası kadın hastane ile konuşmaktadır. Garip olaylar, ucube insanlar ve akıl almadık olaylar yaşanmaktadır hastanede. Çünkü Krallık'ın kapıları bir kez daha aralanmaktadır..Ruhları sükunete erdirmek için çabalayan yaşlı bir kadın, bilime sıkı sıkıya bağlı bir başhekim ve şeytana tapanlar yüzünden hastanede çökme belirtileri başgösterir. Olaylar kontrolden çıkar ve tam bir yozlaşma merkezine dönüşen hastane son bölümde iflas eder. Bundan sonrası belki de Stephen King kisvesi altında sunulan The Kingdom Hospital dizisinde verilmektedir. İzlemediğim için bilemeyeceğim. Sonuç olarak pek büyük bir hayranlıkla izlemidiğim Kingdom'ı boş vakti bol olan kişilere önerebilirim sadece. İzlemeyenler veya izlemeyecekler pek de bir şey kaybetmezler gibime geliyor. Ama yine de;

Kötülüğü iyilikle yenmek istiyorsanız, aralanan kapıdan siz de buyrun Krallık'a...

Pazartesi, Ağustos 01, 2005

Furia (1999)

CNBC-e'de izledim. Cuma akşamı; 22:00'de başladı film. Cortazar'ın bir hikayesinden sinemaya uyarlanan bir Fransız yapımı. Resim yapmanın yasaklandığı bir baskıcı yönetim döneminde aşık olan bir genç ve bu aşkın ona getirdiklerini konu alan film, sıkıcılığa ve banallığa varmadan bitti neyse ki. Bu cümle filmi beğenmediğim yönünde gibi kurulmuş olsa da aksine filmi çok beğendim. Müzikleri ve görüntüleri yerli yerinde ve olayların kurgulanması başarılıydı. Oyuncuları ve yönetmeni hakkında hiçbir şey bilmiyorum ve muhtemelen bilmeyeceğim, o yüzden önceki filmlerine göre değerlendirmeye gidemiyorum. Sonuç olarak hikaye sağlam, anlatım güçlü ve izlenesi bir CNBC-e filmi. Zaten bunu başka sadece The End'de bulabilirsiniz sanıyorum ki...

Sabahın bu saatinde hala babamın Kadıköy'deki ofisinde olduğuma inanamıyorum..